Banu Uçak

Mimar, Editör, Danışman

Casa da Musica’nın Düşündürdükleri

Rem Koolhas, Cringe ve kafamda deli sorular…

Okyanus kenarında Keşifler Çağı ile zenginleşen ve dünyanın gördüğü en büyük depremlerden biriyle başkenti yerle bir olan (1755) Portekiz, Avrupa’nın güçler dengesinin el değiştirmesinin adeta sahnesi olmuş. Kolonyalizmin acımasızlığı ve yarattığı zenginlikle, sadece paranın değil kültürlerin katmanlaştığı, dantel gibi işlendiği bu güzel ülke yarışta geride kalanların makus kaderini yenemeyerek göçlerle sınanmış, diktatörlüğün demir yumruğu ve fakirlikle ezilmiş, Karanfil devrimle “kendince” bir demokrasiye kavuşmuş. 

Portekiz tüm görmüş geçirmişler gibi çelişkili, tekinsiz, acımasız, büyüleyici ve güzel. Tam da bu tanımlanması güç miras ve karmaşa nedeniyle kentsel mekanda sezilen bir tür gusto, bir duygusal zenginlik var. Son birkaç yüzyıldır görece kaybın tarihinin yazıldığı Portekiz‘e kısa seyahatim boyunca İstanbul’a çokça benzetilmesine rağmen, DNA’mıza kazınan geçmiş görkemli günlere özlem ve kaybeden psikolojisini pek hissetmedim doğrusu. 

Avrupa’nın sınırındaki bu uzak ülkenin dünyanın en prestijli mimarlık ödüllerinin başında gelen Pritzker’i kazanmış iki mimara ev sahipliği yapmasını ( Alvaro Siza Vieira ve selefi Eduardo Souto de Moura) bu “karmaşıklık ve çelişki” ile açıklama çabam da yine aynı sezgisel uydurmasyonun sonucu olabilir. Ama tastamam, kusursuz, sınırları belli hiçbir şeyin gerçekten güzel olamayacağına, insan ruhunu yükseltmeye yetmeyeceğine inancım perçinlendi. Portekiz, en azından gördüğüm kadarı ile çok güzeldi.

Alvaro Siza Vieira, Bo Vista Çay Evi, Porto
Doura Nehri, Porto
Keşifler Anıtı, Lizbon

Tam da bu karmaşıklık ve çelişkiden bahsetmişken, Porto’da karşıma çıkan, mimarlık dünyasının entelektüeli, gerçek bir provokatör ve teorisyen Rem Koolhaas‘tan ve kurucusu olduğu OMA imzalı Casa da Musica’dan bahsetmek istiyorum. Rem Koolhas’tan ve yapılarından bahsederken Alvaro Siza yapılarında övdüğüm sezgisel olgunluktan, insan ruhuna nasıl dokunacağını bilen ellerin maharetinden, malzemenin doğayla bütünleşmesindeki virtöziteden bahsetmek mümkün değil. Zira amaçlanan da bu değil. Çünkü insanın tek ihtiyacı doğa içinde eriyen, mücevher gibi, inşa edilmeyen “beliren” yapılar değil. 

Tüm güzel şeyler gibi insan da karmaşık, tekinsiz ve çelişkili. Kendine dev kentler kurma becerisine de bu kentler tarafından yutulma, yok edilme zaafına da sahip. Koolhaas, Hollandalı eleştirmen bir babanın oğlu, mimar bir dedenin torunu, gazetecilik okuyarak görece olgun yaşında mimarlık tercih eden en hafif tabiriyle Avrupa’nın “düşünen” çocuğu. Kendisinin Corbusier’den sonra kentler, kentleşme ve ölçek üzerine, daha basit açıklamak gerekirse modern olanın zaman içinde sıkışmamış, akışkan, güncel olanı üzerine düşünen son büyük mimar olduğu söylenebilir.

Fotoğraf: Ralph Mecke, Vogue Russia

Onun yapılarında form, zeminden yükselen, saf işlevle gerekçelenen değil daha çok fikrin ardından beliren bir kabuk. Külliyatını incelediğinizde Zaha’da, Gehry’de, Chipperfield’da aşina olduğumuz biçimsel sürekliliği görmeniz mümkün değil. Kendisinin (neyse ki) az yapan, çok yazan başka bir entelektüel Peter Eisenmann ekolünün devamı olduğu söylenebilir. Zaten zamanında mimarlık dünyasını yerinden oynatan “Delirious New York” kitabı için ihtiyacı olan fonu sağlamak üzere kendisini Philip Johnson’a yönlendiren de Eisenman’ın ta kendisi idi. Eisenman “mimarlığı biçimden kurtarmak” kavramını ortaya atmıştı.

Tam da bu sebeple Rem Koolhaas’ın 2000 yılında kazandığı Pritzker Ödülü‘nü almak üzere sahneye çıktığında, “Benim yerime Peter Eisenman burada olmalıydı” demesini (katılmasam da) hiç yadırgamadım. Katılmıyorum, çünkü kabul etmek istemesem de ben de Koolhaas’ın eleştirdiği muhafazakarlardan biriyim ve mimarlığın az da olsa biçimle ilgisini koruması gerektiğini inancından (ya da hissinden) vazgeçemiyorum (ki Eisenmann yapılarını takdir etmek kolay ancak sevmek bu anlamda çok güç). 

Koolhaas’ın tasarımları tam olarak biçimle kurduğu bu dolaylı ilişki ve entelektüel çaba yüzünden amaçlamasa da birer yüksek kültür öznesi, gündelik bilgi ve görgü ile takdir edilmesi, tam olarak anlaşılması kolay değil. 

Zaman zaman koruma kavramına da radikal olarak karşı çıkan, mimarlık dünyasını, yıldızlaşan auteur mimarları muhafazakar bulan Koolhaas’ı 1987 yılında dünyaya tanıtan, mimarlık üzerine neredeyse manifestosunu niteliğindeki Haag’daki Netherlands Dance Theatre yapısının, sessiz sedasız 2016 yılında, kayda değer bir tepkiyle karşılaşmadan yıkılması, hem trajikomik, hem de teorilerinin, en azından bir kısmının haklılığının göstergesi.  

Her zamanki üslübumla dolambaçlı yollardan geldiğim Casa da Musica’nın hikayesini baştan anlatmam gerek. OMA, Porto‘nun 2001 yılında Avrupa Kültür Başkenti olduğu dönemde Porto şehri için farklı kentsel ve kültürel müdahaleleri başlatma ve hazırlama programının bir parçası olarak “Casa da Musica” yarışmasını kazandı.

Casa da Musica , Porto, Fotoğraf ©OMA

Porto Ulusal Orkestrası’nın evi olarak tasarlanan Casa da Musica (Müzik Evi), Porto’nun tarihi merkezi Boavista’da Rotunda’nın çeperindeki bir parselde yer alıyor. Yapıya ilişkin ekibin her yerde uzun uzun anlattığı bir “ayakkabı kutusu” analojisi var (bizim bildiğimiz ayakkabı kutusu ile alakasız). OMA ekibi, son 30 (artık 40 oldu) yıldır bir müzik mekanı inşaa eden her mimarın (tabii ki yıldız mimarlar ve ikonik olması hedeflenen yapılardan bahsediliyor) akustik üstünlüğü tartışmasız ayakkabı kutusu şeklini kırmak, değiştirmek üzere çabaladığından, kendilerinin ise bu gerçekliği kabullenerek tasarımı yaptıklarından bahsediyorlar. Yapının ikonik olması hedeflenen kitlesinin içine oyulmuş iki kutu, boşluğun etrafını çeviren destek hizmetler ve kentle ilişki kurmak için hazırlanmış oyunbaz traverten platform yapının temel dinamiklerini oluşturuyor.

Ancak NDT’den de hatırladığımız yüzen bardan, konser salonu duvar kaplama malzemesinin (bence) şatafatlı desenine, iki barok görünümlü klavsenin sahnenin iki yanına yerleşmesinden, doğal ışık alan konser salonuna, akustikçileri delirttiğine yemin edebileceğim fırçalanmış alüminyum zemin malzemesinden, gösterişli oluklu cam kullanımına kadar her malzeme ve mekan kararı üzerinde düşünülmüş. Tüm kararlar var olan bazı kabulleri sorgulamayı, bu kabulleri kanıksayanları (ki çoğu sevilmeseler de elittirler) şaşırtmayı hedefliyor. Merak edenler için tümü çokça yazılıp çizildi. Ben bana önemli gelen birkaç konudan bahsetmek istiyorum.

Öncelikle yapının üzerinde konumlandığı yapay topoğrafya, temelde tarihi kent merkezinin hem bir parçası olmayı, hem de ayrışmayı hedefleyen bu yapı için eşsiz bir kaide olmuş. Bu tip kültür yapılarının sadece kentin belli kesimleri (dünyanın suçlusu hain elitler) tarafından kullanılmasını eleştiren OMA ekibi, yapının zeminle kurduğu zekice ilişki sayesinde bu yaklaşımı sadece teorik olarak değil pratikte de kırmış görünüyor. 

2016 yapımı REM belgeselinin tamamının Casa da Musica’da ve bu anti-elit, nereyse anarşist, akışkan ruhta çekilmiş olmasını da son derece simgesel ve önemli buluyorum.

Yapının iç mekanında da geleneksel anlamda toplanma mekanı olarak hizmet eden bir fuaye yok. Malzeme ve geometriyle kurulan ilişki, konser salonundan kalan artık mekanları kente bağlıyor. Casa da Musica’yı bir performas sırasında deneyimlemedim, 2.5 yaşındaki oğlumla rehberli (ve kimi zaman son derece acılı hale gelen) bir tur aldım. Kimini zekice, kimini zorlama bulduğun bir çok gönderme ve anektod dinledim.

Ancak bir çocuğun mekanı deneyimleme şeklini izlerken, Koolhaas’ın amaçladığı konvansiyonele baş kaldırma hedefine ulaştığına karar verdiğimi söyleyebilirim. Tabii anne aklını başından alan, sivri köşeler, camlar, metal yüzeyler, puset gezemez mekanlardan bahsetmek, konu mimari kalite ve “fikir” olduğunda özden uzaklaşmak sayılıyor, ayıplanıyor farkındayım. Bu yanlışa düşmemeye kararlıyım.

İçerde konser yokken de vızır vızır işleyen bir kaykay platformu olan Müzik Evi, zeki, entelektüel bir mimarın, ekibiyle tarihi bir kente bıraktığı önemli izlerden biri olarak 10. yaşını çoktan kutladı bile. Düşünmeden edemiyorum; Koolhaas’ın kendisini provokatör olarak tanımlamasının bile konvansiyonel hale geldiği, post truth çağındayız. Artık zekice fikir yürütmek pek prestijli sayılmaz, ters köşe yapmak eskisinden çok daha zor, hatta yeni tabirle biraz “cringe” değil mi?