Çocukluk, ilk gençlik yıllarım hep bir şeyler olabilme, bir yere varabilme hevesi, hatta hırsıyla geçti. Örselenmemiş, sevilmiş, şanslı bir çocuk olarak hep ne istersem olabileceğimi hissettim. Hala da boyumdan büyük işlere kalkışırken kalbimde bu güven duygusunu taşıyorum.
Her şeyi başarabileceğim duygusu aslen bünyemde, hedefler, planlar halinde ve mutlaka ciddiyetle tezahür ediyor. Dışarıdan bakıldığında neşeli, spontan görünmeme rağmen, kabuğun altında hayatı bazen gereğinden fazla ciddiye alan, planlı bir insan var.
Kendimi bildim bileli seyahate bayılırım ancak uzun araba yolculuklarını sevmem. Yapmaya mecbur kalırsam kısa molalar verir, yorgunluğumu görmezden gelirim. Gideceğim yere hızlıca varmaya yönelik planlar yaparım. Nereye gideceğimi de her zaman seçer ve planlarım. Çok sevdiğim denizde yüzerken bile kendime, ilerideki sal, uzaktaki burun gibi hedefler koyar, böyle yapmazsam çabucak denizden sıkılır, çıkarım.
Hayatta genel kabullere paralellik gösteren seçimler yapmış, görece bu seçimlerin bazılarının muteber sonuçlarını yaşayan birisi olarak iyi yapmadığımı hissettiğim işlere karşı da içimde hep bir mesafe var. Denediğim anda içimde o işte başarılı olamayacağıma dair bir his varsa, isteksizleşir, uzaklaşırım. Başarılı hissettiğim işlerde ise kendi kendime koyduğum metriklerde tatmin olana kadar canımı, bazen etrafımdakilerin canını çıkarmaktan geri durmam. İş dünyası başta olmak üzere, hedef odaklı profil, kulağa her ne kadar sevimsiz gelse de, takdir hatta takdis edilen bir “kimlik”. Ama insanın mutluluğu için ne kadar gerekli, tartışılır.
Çocukluğumda bu “olmak, varmak” üzerinden hayatla kuruduğum ilişkinin bir süredir değişmekte olduğunu hissediyorum. Sebebi zaman mı dersiniz, hayatta planladıklarımın, hayatın benim için planladıklarından hemen her durumda farklı olmasının getirdiği bir zorunluluk mı dersiniz, yoksa beklemediğimde yoluma çıkanların belki de beni hayatta en mutlu eden şeyler olduğunu fark etmem mi dersiniz bilmem. Ama değişiyorum.
Bir süredir, varacağım yeri planlarken, kendime küçük numaralar yapmaya, yolun kendisine de dikkatimi vermeye başladım. Kırkıma neredeyse iki kala, bir sürü merhale yaşadım ve planların mutluluk için yeterli olmadığını fiilen gördüm. Hatta planlar uğruna muhtemel keyif anlarını ıskaladığımı şimdi fark ediyorum. Ama bu içi bilgiye rağmen tümden değişmek bir anda olası değil. En azından artık, kendimi hala alıştığım şekilde koşuştururken yakaladığımda, nefeslenip etrafıma bakmaya çalışıyorum.
Yaz tatillerimin mümkünse bir haftasını, sakin, deniz kenarı bir yerde, denizle baş başa geçirmeye gayret ediyorum. Bunun için tüm bir yıl çalışıyorum. Bu yıl da bu düzeni bozmadım. Yeni iş değiştirmiş, konfor alanı dışına çıkmış, yeniden kendisini ve çevresini yapılandırmaya çalışan biri olarak bu yıl tatile gerçekten çok ihtiyacım vardı. Hedef odaklı, planlı Banu’nun, bayram tatilini Şubat ayında planladığını söylesem artık şaşırmazsınız sanırım. Hevesle beklediğim tatil için otele varmak üzereyken ve henüz ayak parmağımın ucunu denize sokmamışken kendimi, dönüş yolu transfer saati ile ilgili hesaplar yaparken buldum. Bu yazının tohumları da sanıyorum o anda atıldı. Modern insanın kendisi ile iletişim kurması için var olan tüm öğretilerin birinci mottosu, anda kalmak, içine dönmek. Bu ifadeler kulağa romantik geliyor ancak uygulaması hayatın doğal akışı, hele bu coğrafyadaki hali yüzünden oldukça güç. Sakin nefeslerle, iç sesimi susturmayı başarmam belki de iki günü bulmuştur.
Tatilin ikinci “kazası” benim paddle board maceram oldu. Paddle board son yıllarda, deniz kenarlarında popülerleşen bir yaz aktivitesi. Bir sörf tahtasının üzerinde ayakta kürek çekmenin ecnebicesi. Surf tahtası üzerine yapıldığı için ilk başta denge tutturmak epey zor. İşte bana bir hedef!
Zevcim Emre ile aynı anda, iki farklı sörf tahtasının üzerine çıktık. Hem yere daha yakın, hem de bu denge işlerinde ona göre biraz daha becerikli olduğum için ben hızlıca kaptım. Ama yaptığım işi nasıl ciddiye alıyorum anlatamam. Yüzüm ciddi, en ufak bir dalgada, aklımdan düşmemek için bin tane manevra geçiyor. Bir saat içinde Simi’ye paddle board ile gidebileceğime (neden belli değil) eminim. Gereksiz manevralardan kaçınıyor, dönmem gerektiğinde düşme riskinden dolayı iyice kasılıyorum. Aynı anda Emre, suya atlıyor, çıkıyor, denge kurarken bir sürü farklı şey deniyor, öğreniyor, en önemlisi eğleniyor. Ama ben çok daha iyiyim. İyi olmak ne demekse? Ben dengeden ödün vermezken, Emre’nin dönüş yapmayı benden çok daha kısa sürede deneme yanılma yöntemi ve bolca eğlenerek keşfetmesi ile hayat bana yine göz kırptı. Aslında gerçekten dengede durmayı beceremeseydi, hiç dönemeseydi, bolca düşüp kalksaydı da de benden çok keyif aldığı gerçeği değişmeyecekti. O ihtimallere oynadı, ben her zamanki gibi garantiye. Ama hedefin kendisi, bir şeyi yapabilmek değil, o şeyi yapmanın vereceği mutluluk olamaz mı?
İnanıyorum ki hepimizin içinde akciğer değil aslında bir balon var. Kimimizinki, havasızlıktan sıkışmış, büzülmüş, enerjisiz. Kimimizinki ise içine hava doldukça büyüyor, şişiyor, bizi yükseltiyor. İşte, deneyimlere listeden üzeri çizilecek bir madde gibi değil, varılacak limanın hayali ile çile doldurmak üzere değil, yolculuğun keyfine varacak bir fırsat olarak bakmak o balonu hayli şişiriyor. İnsanın ayaklarını yerden kesiyor. Ben de içimdeki balon şişsin, hafifleyeyim, yükseleyim istiyorum, doğal olarak.
Aslında benim nasıl bir insan olduğumun, iç çelişkilerimin sizler için okumaya değer bir hikaye olma ihtimalinin ne kadar düşük olduğunu biliyorum. Ama bir yandan da insan, insanın ilacıdır diye düşünüyorum. İhtimal ki ben yine bir hedef peşinde kendimi kanatırken, biriniz omuzuma dokunur, beni durultursunuz. İhtimal ki ben sizler için bir gün benzerini yaparım.
Kimbilir….