Banu Uçak

Mimar, Editör, Danışman

Richard Rogers’ın Ardından

Mimarlık Dünyası önemli ikonlarından Richard Rogers’ı kaybetti.

İngiliz kökleriyle İtalya’da doğan Rogers, o dönem henüz tanımlanamayan disleksiden muzdarip olduğundan berbat bir okul hayatı geçirmiş. Pırıltısı ancak Architects Association’daki mezuniyetinden hemen önce fark edilen Rogers, birlikte Yale Üniversitesi’nde yüksek lisans yaptığı yıllarından beri dostu, ilk ortağı, jilet gibi İngiliz Norman Foster’dan daha pürüzlü ve gerçek, bir çağın bitişini, simgeleyen Pompidou’daki eş müellifi Renzo Piano’dan daha az zanaatkar, tam kıvamında bir mimarlık figürüydü gözümde.

Richard Rogers yaşamı boyunca birbirinden cesur bir çok yapıya, çokça yetenekli paydaşla birlikte imza attı. Ancak 50’lerin İngiliz ruhunu, İtalyan kentlerinin zenginliğini, Amerikanın hafif, özgürlükçü yaklaşımını bir potada eriten müdanasız Pompidou benim hala en etkilendiğim yapıların başında geliyor.


Rogers’ın uzun süren kariyerinde imza attığı ikonik yapıları bir çırpıda saymak zor ancak gözümü kapadığımda ilk aklıma gelenler Madrid Baragas Havalimanı Terminali 4,  Heathrow Havaalanı Terminal 5, Londra’daki O2 Arena oluyor. Ancak Hi-Tech mimarinin alameti farikası, Pompidou sonrası benzer bir tavırla ele alınmış Llyod’s un yeri bir başka. Neoliberal ekonominin mimarlıkta temsil edilecek tek bir kare seçmem gerekse Llyod’s un 60 metre yüksekliğindeki atriyumunda arı gibi koşuşturan insanların fotoğrafını seçerdim herhalde. Emeğin, üretimin değil, paranın, gücün; sağ sütundan sol sütuna yazılarak büyüyen değerlerin tapınağı gibi görünüyor ve tabii şeytani şeylerin çoğu gibi çok güzel ve çekici.

Kariyerinin son yıllarında Katar sermayesinin alameti farikası gibi görünen Hyde Park One bloklarına imza atan ancak kendini her zaman eski tüfek bir solcu hissettiğini söyleyen Rogers’ın, global kapitalizmin avantajlarını epeyce görmüş olduğunu söylemek yanlış olmaz. Söz konusu mimarlık olduğunda, kalp ne kadar soldan atarsa atsın, sermaye ile araya mesafe koymak, bu anlamda ömür boyu sürecek bir tutarlılığa sahip olmak pek kolay değil anlaşılan.

Richard Rogers’ın, türünün son örneklerinden kibar bir beyefendi, çok yetenekli bir mimar olmasının dışında en büyük başarısının etrafında her zaman yetenekli kalabalık biriktirmesi olduğu söylenir. RIBA, Pritzker gibi bilinen tüm prestijli mimarlık ödüllerinin yanında, kraliyet ünvanlarına da sahip Rogers’ı ben Venedik Mimarlık Bienalinde ilerleyen yaşına aldırmayan neon renkli kıyafetleriyle Italyan pavyonunun girişinde gülümseyen hali ile hatırlayacağım. Kendinden memnun ve sakin ancak mimarlığa ilişkin hala hayli ihtiraslı görünüyordu. 

Darısı mimar olarak yaşlanmayı seçen herkesin başına…


Team4 ve Görünmez Kahramanlar

 

Richard Rogers’dan bahsetmişken, Team4’ü anmadan geçmek olmaz. 1963 yılında Su Brumwell, Wendy Cheesman, Norman Foster ve Richard Rogers’ın kurduğu mimarlık pratiği Team 4, mimarlık camiasının ABBA görünümlü Fleetwood Mac’i oldular. 

 

Ortaklardan önce Su ve Richard, ardından Norman ve (önceleri Rogers ile flört eden) Wendy evlendi. Evliliği tatmış her faninin tahmin edeceği gibi dengeleri gözetmenin hayli güç olacağı açık olan bu ortaklığın ömrü kısa oldu. 4 yıl sonunda çiftler Richard&Su Rogers Architects ve Foster Associates olarak iki ayrı ofise bölündü. Team 4, bu kısa sürede mimarlık dünyasına önemli yapılar kazandırdı.  

Su’nun ailesinin bir Mondrian tablosu satarak Team4’e sipariş ettikleri Creek Vean Evi RIBA ödülüne değer bulunan ilk konut yapısıydı. İşveren Marcus Brumwell, önemli bir reklam ajansının yöneticisi ve İngiliz Tasarım Araştırma Birimi’nin kurucusuydu. 

Clockwork Orange’da kendini gerçekleştirmiş sanatçı çiftin saldırıya uğradıkları ev olarak gördüğümüz ancak sonrasında felçli birinin modernist akışkan mekân içinde yaşamasının imkansızlığını da gösteren Jeffe Evi de yine bu birlikteliğin ürünüdür. Rogers ve Foster daha sonra çok daha büyük komisyonlara yelken açtılar, şövalye, Sir, Lord oldular. Ortakları (eşleri) Su Brumwell ve Wendy Cheesman ise saygın ancak uluslararası üne kavuşmamış mimarlar olarak yaşamlarını sürdürdüler. Wendy Cheesman, 1989 yılında Foster Associates’in ortağı ve direktörüyken çok genç yaşta yaşama veda etti. Su Brumwell ise Richard Rogers ile mimarlık pratiğine devam etti, 1970’lerin başında  Renzo Piano ekibe dahil oldu hep birlikte Piano + Rogers adı altında Pompediu’yu tasarladılar. 




















Evliliğin bitmesiyle ortaklıktan ayrılan Su, Architectural Association’da başladığı eğitmenliğe  Royal College of Art’da devam etti. Yarışma ekibine dahil olduğu Pompidou projesinin müelliflerinden biri olarak anılmadı. Hiç de yabancısı olmadığımız bir yaklaşımla, ortağı olduğu şirketi bıraktı, biraz daha güvenli sayılabilecek, toplumun kadına her daim çok yakıştırdığı akademinin bir parçası oldu.

1986’da evlendiği mimar John Miller’ın ofisine katılarak önemli yapılara imza atmaya devam etti. 1960’ların parlak günleri görünen o ki Türkiye’de olduğu gibi İngiltere’de de kadınların üzerine ışığı düşürmek konusunda pek cimriymiş. Wendy Cheesman öldüğünde #metoo hareketi yoktu, ancak Su Brumwell’e yaşarken yetiştiği için umutluyum. Kendisine lady, düşes ünvanı verileceğini tahmin etmiyorum. Ancak Rogers’dan rol çalma pahasına bu iki kadını anmak istedim. 









Also published on Medium.