Bu satırları Eylül ayının son günlerinde, Ege’nin nefis sularında dolunayın yansımasını izlerken yazıyorum. Vakit gece yarısını hayli geçti. Hava kıpırtısız, yazdan kalma, sonbaharın kokusu hafiften geceye sızmış.
Beni tanıyanlar için hayli sürprizli bir durum. Yılın bu vakitlerinde yoğun ve kaygılı biçimde şehir hayatının içine karışmam, bu saatlerde de derin bir uykuda olmam beklenirdi. Ancak hayatım değişti… Hepimizin sosyal medya sayesinde düzenli olarak beyan vermeye alıştığımız bir dünyada dahi hayatımın herhangi biri için fazla ilginç olmayabileceğini baştan kabul ederek bencilce içimi dökmek istiyorum. Zira kalabalıklaştıkça yalnızlaşan hayatlarımız içinde bu satırlar aracılığı ile bulduğum duygu ortaklıkları azımsanmayacak kadar fazla.
Hayatımı kendimi bildim bileli kabul görmüş normlar içinde yaşadım. Büyük olasılıkla çoğumuzun ihtiyaç duyduğu “kabul görme” güdüsü, çocukluğumda “uyum sağlama” refleksiyle benliğimin bir parçası haline gelmişti. İyi okullarda, iyi bir öğrenci olarak okudum, okulu bitirir bitirmez benden beklendiğini düşündüğüm gibi hemen çalışmaya başladım. Bugün geriye baktığımda mimar olarak kariyerimin şekillenmesinin seçimlerimden çok, tesadüflerin sonucu olduğunu görüyorum. Hayatımın kontrolünün kendi ellerimde olduğu yanılsamasını geride bırakalı epey zaman oldu. Kendimi bildim bileli, yaklaşık yirmi yıldır çalışıyorum. Çalışmayı hep çok sevdim. Bir biçimde her zaman bir kuruma bağlı olarak çalıştım. Benim yaşımdakilerde fazla rastanmayacak şekilde kariyerimin 14 yılında Yapı-Endüstri Merkezi’nde farklı görevler alarak, bugün olduğum kişiyi, iş yapma şeklimi derinden etkileyen bir sürecin içinde yer aldım. Ardından iki yıl boyunca Seranit’te Genel Müdür Yardımcısı, iki yıla yakın bir süre de Ferko İnşaat’ta Koordinator olarak görev yaparak yapı sektöründe “mimarlık” dışında bir mimarın çalışabileceği hemen her role bürünüp çemberi tamamladım.
Benim gibi kurumsal hayatta çalışanların zamanlarının, hayatlarının en önemli kısmı iş yerinde geçiyor. İş yerinde geçirdiğiniz süre, birlikte çalıştığınız insanlar, hayatınıza ilişkin önemli bir alanı kapsıyor. Neredeyse bu düzenin içine doğmama rağmen, uzun zamandır kalbime, son bir yıldır da sözlerime sızan “zamansızlık” ve “sıkışmışlık” duygusu bir süredir yadsıyamayacağım bir hale gelmişti. Kişisel planlarım, hayallerimle ve kurumsal hayatımın gerekliliklerinin çatışmasının yarattığı baskıyı her zamanki gibi kendi aleyhime aldığım kararlarla sürdürürken, hayat beni bir dönüm noktasına getirdi. Katıldığım konferanslardan, arkadaş sohbetlerinde yaptığım şakalara kadar her ortamda “SGK’lı doğdum, SGK’lı öleceğim” diyerek aslında bu güne hazırlandım. Çünkü biliyorum ki insan aslında ait hissettiği bir şeyi dile getirmek için asla çaba göstermez.
Daha önce de söylediğim gibi “hayatım değişti”. Artık, kurumsal rollerimden vazgeçtim, güvenli bulduğum ama artık bana epeyce dar gelen limandan demir aldım. Kendi hayatımın, zamanımın, paramın, başarımın, başarısızlığımın yöneticiliğini “profesyonel” olarak yapmak üzere amatörce yola çıktım. Henüz yolun çok başındayım, tüm bu düzenden önceki halimi, kendimi hatırlamaya çalışıyorum.
İşten ayrıldıktan sonra, ilk günler dehşetli bir mutluluk ve derin bir kaygı arasında hızla gidip geldiğim, kendimi alıştığım çerçevede tanımlama ihtiyacıyla geçti.
Tabii yazın son günleri, Ege’nin tuzlu denizi, dost sohbetleri, özlenen kitaplar, saat çalmadan uyanılan sabahlar insanın içini yıkamaya, kaygıları yatıştırmaya birebir. Aslında bir süredir kendi gemimin kaptanı olmak üzere kendime bile söylemeden bu günlere sessizce hazırlandığımı işte bu süreçte fark ettim. Son iki yılda, kendi mesleğime ilişkin bir belgeselin TRT için içeriğinin hazırlanmasına katkı koydum, sunuculuğunu yaptım, davet edildiğim bir çok konferansta konuşmayı, jüri üyeliğini çalıştığım kurum adına değil kendi adıma kabul ettim, yıllarca çok daha elverişli zamanlarda kapağını açmadığım İTU’deki yüksek lisans tezimi tam 15 yıl sonra tarifsiz yoğunlukta bir tempoda çalışırken bitirmeyi başardım. Çünkü içten içe artık mecra değil, kaynak olmak istediğimin farkındaydım.
Ateşli hastalıktan uyanırken ilk günler kendi değerimi kendim üzerinden tanımlamakla, özgürlüğün tadına varmak arasında geçti. Sesimin tonu yumuşadı, topuklu ayakkabılarım rafa kalktı, kıyafetlerim rahatlaştı. Gece insanı olmadığımı düşünürdüm. Ancak ertesi sabah, ve sonraki ve daha sonraki sabah da kendi saatimde kalkacağımı bildiğim geceler daha keyifli ve uzun geçiyor. Sabahları da erkenden ve zinde uyanabiliyorum. Kimseden izin istemeden, ani kararlarla seyahat edebiliyor, gideceğim her noktayı önceden ince ince hesaplamadan sadece orada olmanın tadını çıkarabiliyorum. Hayat toz pembe mi, tabii ki değil. Sadece farklı.
Bu satırları okurken şimdi ne yapacaksın diye soranlar olacak, biliyorum. Hayat bize bu soruları önceliklendirmeyi öğretti.
Ekim ayından itibaren , Medipol Üniversitesi Mimarlık Fakültesi’nde üç ayrı ders vermeye başlıyorum. Okul ve öğrencilerle olmak beni hep mutlu etmiştir. Masada bir kitap projesi var. Yirmi yıldır sektörde biriktirdiğim deneyim ve ilişkilerin faydalı olacağına inanan insanlardan birkaçı, bu kararımı dahi bilmeden bana danışmaya başladılar bile… Elimin erdiği işlerden para kazanmaya ve mümkünse keyif almaya çalışarak üretmeye devam edeceğim. Ben keyif alarak yaptığım her işte başarılı oldum. Bundan sonra da böyle olacağını umuyorum.
Hayatımda yeni bir dönemin başladığının haberi, bu yazının da bitiş cümlesi aslında. Bir metin yazmanın en zor tarafı bence bitirmek. Hatta benim için en zoru hep “bitirmek”. Bu kez son sözü bir başkasına bırakarak kolaya kaçacağım. Bence Bob Dylan en güzelini zaten 1964’de söyledi “The Times They Are A Changin”.
Also published on Medium.